Toplumda Cenab Sahabeddin’in cildiyeci oldugunu bilen hemen hiç kimse yoktur. Hatta doktor oldugunu bilenlerin sayisi da son derece azdir. Peki bu durumun sebebi nedir ? Önce yasam hikayesi ile baslayalim. Cenab Sahabeddin 1867 yilinda Fatih’te Draman Mahallesi’nde dogmustur. Babasi Plevne’de sehit olan Osman Sahabeddin Bey’dir. Annesi eski Istanbullulardan Ismet Hanim’dir. Ilk tahsilini Tophane’deki Fevziye Mektebi’nde tamamladiktan sonra, Eyüp Askeri Rüstiyesi’ne daha sonra da Tibbiyeyi Askeri Idadisi’ne girmistir. Her yil birinci çikmak suretiyle Tibbiyeyi birinci olarak bitirmis ve Haydarpasa Hastanesi’ne tayin edilmistir. Bir yil sonra da açilan müsabaka imtihanini birincilikle kazanmis ve hükümet hesabina tahsil için Paris’e gönderilmistir. Paris’te bir taraftan tibbiyeye diger taraftan da edebiyat fakültesine devam etmistir. Tipta “Deri ve Zührevi Mütehassisligi” vesikasini, edebiyatta da o günün söyleyisi ile “Lisansiye es letr” rütbei aliyesini ihraz etmistir (1). Yollarin Sesi Gazetesi’nde anonim olarak yazilmis, ancak gazetenin sahip ve umum nesriyat müdürü Eminefendioglu Fazil Mahmut tarafindan kaleme alindigini düsündügüm bu bilgiler son derece kiymetlidir. Sayin Fazil Mahmut bu bilgiyi bizzat pasaportunu gösteren Cenab Sahabeddin’den aldigini yazmaktadir. Kanita dayali olmasi nedeniyle bu bilgi oldukça mühimdir. Hakkinda yazilan hemen tüm yazilarda dogum yeri Manastir, dogum tarihi de 1870’tir. Bu bilgilerin kesin kaynagi belli degildir. Zaman zaman bir “Cenab Sahabeddin Müzesi” açma fikri ortaya atilmaktadir. Eger bu mümkün olursa o takdirde mevcut evraklardan belki hakikat daha net biçimde ortaya çikacaktir. Dört sene süren bu tahsil devresinden sonra Cenab Sahabeddin vatana avdet etmis ve yurda döndükten sonra hekim yüzbasi olarak Mersin, Rodos, Cidde’de çesitli görevlerde çalismistir. Yurt disinda dört yil çalisarak edindigi bilgi ve tecrübeleri bir cildiye uzmani olarak degerlendirmek yerine, karantina hekimligi gibi uzmanlik gerektirmeyecek bir konuda çalismasi ilginçtir. Ayrica emekliligine kadar nerdeyse doktorluk meslegiyle ilgili olmayan müfettislik görevi yapmasi da bir o kadar ilginçtir. Bu noktada kisa da olsa biraz da edebiyatçi kisiligi ve sairliginden söz etmek istiyorum. Okudugumuz kaynaklarda çok genç yaslardan itibaren Cenab Sahabeddin’in edebiyata ve siire ilgi duydugu belirtilmektedir. Baslangiçta divan edebiyati tarzi siirle ugrasirken, daha sonra Bati tarzi siire yöneldigi görülüyor. Bundan sonra Tevfik Fikret’in basini çektigi ve Halid Ziya Usakligil gibi yazarlarin temsil ettigi yenilikçilik hareketinin içinde oldu. Edebiyati Cedide grubu yazarlari daha çok yazilarini Servet-i Fünun Dergisi’nde yazdiklarindan, Servet-i Fünuncular olarak da bilinirler. Bu yeni edebiyat akimi basta gençler olmak üzere önemli bir kesimin dikkatini ve ilgisini çekmistir. Edebi kisiligi ve edebiyatçi olarak yapitlarinin degerlendirilmesi bize düsmez. Bununla beraber hakkinda yazilanlardan anlasildigi üzere siirlerinde müzikaliteye önem verdigini görüyoruz. Siirde ahenk unsuruna önem vermistir. Ona göre sanat, sanat içindir hatta sanat güzellik içindir. Ona göre siir, sözcüklerle yapilmis bir resimdir. Ayni zamanda, siirlerinde nükteye, söz oyunlarina, zeka gösterislerine önem verir. Hiç duyulmamis mecaz, imge, tesbih ve istiarelere sikça yer vermektedir. “Elhan-i Sita” en ünlü siiridir. Kis mevsimini anlatir. Türk edebiyatinda dogayi anlatan en önemli siirlerden birisidir. Kis manzaralarindan, kar yagisinin biraktigi izlenimlerden söz etmistir. Cenab Sahabeddin ayni zamanda bir düz yazi ustasidir. Tanin, Hürriyet, Kalem ve Hak gazetelerinde çesitli konularda makaleler yazmistir. Cidde’ye saglik müfettisi olarak gönderildigini biliyoruz. Cenab’in Cidde’ye gidisi, Türk edebiyatina, en güzel gezi hatiralarindan biri olan ‘Hac Yolunda’ adli eserini kazandirdi. Suriye izlenimlerini de Sabah Gazetesi’nde ‘Suriye Mektuplari’ adiyla yayimladi. Bunlardan baska Afak-i Irak, Avrupa Mektuplari adlarinda seyahat intibalarini yazdigi kitaplari vardir. 1914’te emekliye ayrildiktan sonra Darülfünun’da “Bati Edebiyati”, “Fransiz Dili” ve “Türk Edebiyati Tarihi” dersleri okutmaya basladi. Bu dönemde basina bir sanssizlik geldi. Istanbul’da edebiyat dersleri verdigi üniversitede Kurtulus Savasi’na karsi çikan konusmalar yapti. Gazetelere röportajlar verdi, yazilar yazdi. Ulusal mücadele hakkinda agir sözler söyledi. Benzer düsüncelere sahip olan diger ögretim üyeleri olan Ali Kemal, Riza Tevfik ve Hüseyin Danisli ile birlikte üniversiteden zorla istifa ettirildi. Kurtulus Savasi kazanildiktan sonra pisman olup, özür diledi. Gazi Hazretlerini öven siirler yazdi (2). Sonuçta af edildi. Ancak bundan sonraki yasaminda adeta inzivaya çekildi. Bu polemik konusu olan mevzuu bir kenara birakarak tekrar esas konumuza dönelim. Dr. Cenab Sahabeddin neden cildiyecilik yapmamistir. Su ana kadar bir reçetesi veya kartvizitine rastlanilmamistir. Ne gariptir ki bu konular günümüze kadar irdelenmemistir. Yine arastirmalarimizi sürdürürken bu durumlara karsilik gelecek çok makul bir yaziya rastladim. H. Nazim imzali yazida söyle anlatiliyor; “Öyle zannediyorum ki Cenab, mesela velisinin sevki, yahut kendisinin ani bir heves neticesi olarak iktisab etmis oldugu tababeti ciddi ve daimi meslek edinebilseydi memleketimiz belki bütün medeniyet aleminde ismi maruf bir Türk alimi yetistirmis olurdu. Çünkü burada mektep tahsilini bitirdikten sonra onu ikmal için Avrupa’da bulundugu zaman bile tip ile ‘ihmal addedilecek kadar’ az mesgul olmus, buraya avdetinden sonra ise onu hemen tamamen mühmel birakmis oldugu halde karantina tababeti için müsabakaya dahil oldugu zaman hey’et mümüyizeninen taktiramiz alkislari ile o memuriyete kabul edilmis oldugunu hepimiz biliriz” (3). H. Nazim’a göre Cenab bu meslegi (doktorlugu) kendi istegi ile seçmemistir. Diger taraftan eger tip ilmini sevse idi medeniyet aleminde kendini kanitlayabilirdi. Bu düsünceler Ahmet Resit Rey’e (1870) aittir. Kendisi valilik, dahiliye nazirligi, Galatasaray Lisesi ögretmenligi, Izmir Milletvekilligi yapmis degerli bir düsünce ve siyaset adamidir. Istifasindan sonra edebi tercümelerde ve fikir hayatinda da basarili olmustur. Yazarlik ve edebiyat hayatinda H. Nazim takma adini kullanmistir. Tabiidir ki bu konuda en dogru cevap bizzat kendi agzindan ve kendi kaleminden çikan ifadeler olacakti. Bu kez de sans yüzümüze güldü. Asiyan’daki Tevfik Fikret Müzesi müdürü, dostumuz Sayin Ata Yersu bizim için yapmis oldugu arastirmalar sonucunda bekledigimiz kaynaga ulasti. Peyam Gazetesi’nin 1923 yilinda yayinlanan “Hekimlik” isimli makalesinde bakin Cenab Sahabeddin bu konuyu nasil açikliyor (4). “Bana sik sik sorarlar; “Niçin hekimlik etmiyorsun?” bu suale mevsimin derece-i hararetine ve esen rüzgarin istikametine tabi, bastan savma bir cevap veririm. Hakikat de beni icra-i tababetden men eden pek çok sebepler vardir. Biri su ki hasta kokusu bana agir gelir. Bir müteverrimin sivisik, terli gögsüne kulagim ma elmemnuneye yaslanmaz. Iltahab-i kasabat ile ugrasmaktansa kitap-i edebiyat ile mesgul olmayi tercih ederim. Rivayete göre tabiatta her zevk varmis; benim tabiatimda zevk-i teshis ve zevk-i tedavi yoktur…” Cenab Sahabeddin siirlerinde ve nesir yazilarinda Arapça ve Acemce kelimeleri bol bol kullanmistir. Lugatlari karistirarak sadece halkin degil, aydinlarin da bilmedigi birçok kelimeyi eserlerine tasimasi bilinen bir özelligidir. Bu metinde benzer sekilde hareket etmis ve tercümesi çok güç kelimeler kullanmistir. Bu yüzden alti çizili bazi kelimeleri oldugu gibi aldim. Simdi daha iyi anlasiliyor ki Cenab Sahabeddin doktorlugu sevememis, kan, cerahat, hasta kokusu gibi konulari tababetin dogal unsurlari olarak kabullenip kendi ifadesi ile bir zevk-i tababeti bir türlü tadamamistir. Türk Edebiyat Tarihi’nde seçkin bir yeri olan, ayni zamanda Türk Dermatoloji Tarihi’nin de kiymetli bir üyesi olan Cenab Sahabeddin tipki “Elhan-i Sita” siirinde oldugu gibi “Lapa Lapa” kar yagisinin oldugu 12 Subat 1934 tarihinde vefat etmis ve Bakirköy’deki mezarliga defnedilmistir. Müeyyet Adnan, Sadiman, Ismet Rasin isminde üç erkek, ve Sara Sivezat, Resika isminde iki kizi olan ünlü doktor ve sairin mezari kendisinden evvel ölen üçüncü kizi Desita’nin yanindadir. Kendisini rahmet ve saygi ile anarken özlü sözler içeren ünlü kitabi “Tiryaki Sözleri”nden bazi örnekler vermek istedim. Yüksek tepelerde hem yilana, hem kusa rastlanir; birisi sürünerek, öteki uçarak yükselmistir. Kalp söze baslayinca akil sagir olur. Her yük omuzdan indirilebilir, senelerin yüklettigi yas yükü müstesna! Gündüz kandilini hazirlamayan, gece karanliga razi demektir. Köpege gem vurma, kendini at sanir. Rütbe aldikça kibirlenenler, yangin kulesine çikinca dürbün oldum zannedenlerdir. Köhne fikirler paslanmis çivilere benzer; söküp atmak çok zordur. Duygularimizla hareket ettigimiz vakit, aklimizi geri plana iteriz. Ancak cücelerdir ki küçüldüklerini hissetmezler. Karga, adini degistirse de, sesinden taninir. Iyiligi yalniz iyiler anlar, fenaligi herkes. Güzel fikir ihtiyarlamaz. Ihtiyarlamadigi için, ölmez de. Örnegin bir Mevlana, bir Yunus dünya durdukça insanlar tarafindan hatirlanmayacaklar mi? Yoksullugun oldugu yerde; namus, seref, onur, erdem fazla barinamaz. Pahali baska, kiymetli baskadir. Çenesi düsmedikçe ihtiyarlar az söylerler. Zira hayat onlara sözün faydasizligini ögretmistir. Onurlu ve gururlu insanlar, küçük düsmemek ve küçülmemek için, her adimlarini dikkatli atmalidirIar. Bir kitap ilmi var birde hayat ilmi,olgun insan heralde ikisinede vakif olan oluyor. Vesaire sözünü pek severim zihnimin ayibini örttügü için. Akarsu, ne güzel hayat dersidir: Küçük engellerin üzerinde köpürür; büyüklerin yanindan sessizce geçiverir.